11 Temmuz 2010 Pazar

Sabahattin Ali’nin Kağnı, Ses Kitabındaki Öykülerde Çocuk Tipleri

Sabahattin Ali’nin bu kitabını incelediğimizde genelde tipler çizdiğini görürüz. Her öyküdeki her karakter bir karakter değil bir tiptir, bir kesimi yansıtır. Zübeyde Şenderin’in tespitine göre Sabahattin Ali’nin karakterleri ağırlıklı olarak köylü, eşraf, bürokrat, aydın, doktor, kadın, mahpus, jandarma ve işçi kesiminden tiplerdir. Gerek Şenderin’in tespitine gerekse kitabın geneline dikkat edersek, Sabahattin Ali’nin çizdiği tipler ağırlıklı olarak erkekleri sonrasında kadınları köylü ve şehirli kadınlar olarak ele almaktadır. Fakat çocuk karakterler aradığımızda onlara Sabahattin Ali’nin öykülerinde çok az rastlarız.

Kağnı, Ses kitabında onca öykünün neredeyse tamamında toplumun farklı tabakalarından kadın ve erkek figürleri görebilirken bütün kitapta sadece iki öyküde çocuk karakterler karşımıza çıkar. Bu öykülerde de; Apartman öyküsünde çocuk babasının gözünden anlatılırken çocukların başkarakter sayılabileceği Arabalar Beş Kuruşa öyküsünde ise Sabahattin Ali çocukları toplumsal eleştiri için bir araç olarak kullanır.

Apartman öyküsünde karşımıza çıkan çocuğun önce babası anlatılır. Babasının çalışma şartları anlatıldıktan sonra çocuk ortaya çıkar fakat o da çalışmaktadır, küfecilik yapmaktadır. Babasının anlattıklarından çocuğun babası düzenli olarak iş bulamadığı için aile geçimine katkıda bulunmak için çalıştığını öğreniriz. Sabahattin Ali bunu yaparak çocuğu kendi yaş grubundan bir tip olmaktan ziyade çalışan, ekonomik zorluklar çeken bir gurubun temsilcisi haline getiriyor.

Çocuk ve uşak arasındaki diyalog ve ilişkiler zengin ve fakir ilişkisi olarak anlatılıyor. Uşak efendisinin temsilcisi olarak çalışan ekonomik olarak daha aşağı bir gruba mensup olan küfeci çocuğu eziyor. Çocuk merdivenleri çıkarken zorlanması ise temsil ettiği grubun, çalışan kesimin, yapmaları beklenen işler için fiziksel olarak ne kadar yetersiz olduklarının göstergesi olarak kullanılmıştır, aynı zamanda babanın yapması gereken ve çalışma şartları anlatılırken bunları yapmanın ne kadar zor olduğu ve öykünün sonunda çatıdan düşmesini de göz önüne aldığımızda.

Fakat çocuğun merdivenleri çıkarken zorlanmasını günümüz perspektifinden bakarak yorumlarsak, çocuk işçiliğinin ne kadar yanlış olduğunun bir kanıtı olarak alınabilir. Çocukların fiziksel gelişim süreçlerinin çalışmaya uygunsuz olduğunu görebiliriz bu hikâyede. Ama bunlar muhtemelen Sabahattin Ali’nin anlatmak istediği şeyler değildir.

Fakat çocuk muhtemelen(çünkü bu kısımları dışarıda olan babanın gözünden anlatılıyor.) küfesini taşıyamayıp iki şarap şişesinin kırıp kapı dışarı edildiğinde, küfeci çocuk tiplemesi olarak çiziliyor, çalışan sınıfın temsilcisi olarak değil. Çocuk küfesinin ipinden tutup arkasından sürükleyip dışarı çıkıyor, bir çocuğun oyuncağına ip bağlayıp arkasından sürüklemesi içgüdüsü ile aynı şeyi küfeye yapıyor. Çocuk çocuğun ağlaması ve anlaşılmaz şeyler söylemesi ise çocuğun istediği şeyi elde edemediğinde mızmızlanması ile aynı minvalde bir olay. Çocuk ağlayıp sızlıyor ama uşak efendisine yaranmak için onu umursamıyor hatta hakaret edip defetmeye çalışıyor. Ama buradaki olay aynı zamanda çalışan kesimin mal sahiplerine karşı ezildikleri ve haksızlığa uğradıkları zaman bile seslerini çıkaramadıklarına yorumlayabiliriz. Ama çocuğun “o kadar yerler dolaştırdınız, paramı verin hiç olmazsa!” (Ali, s.81) demesi onun çocuksuluğunu, hayatı henüz bilmediğinin bir belirtisi. Ve bu nokta da o sadece bir çocuk, daha fazlası değil.

“Çocuk gitmek istemiyordu. Şimdi para filan istediğinden değil, ayağının acısından, olduğu yerde kalıyordu…” (Ali, s. 82) cümlesinden anlaşılacağı çocuk acıya katlanamıyor ve çocuklar acı çektiğinde şefkate ihtiyaç duyarken, bu çocuğun aldığı yegâne şey daha çok ezilmek. Çocuk acı çektiğinde anne babasından şefkat görmesi gerekirken burada ait olduğu sınıftaki herkes gibi acı ezilmekte. Çünkü ima edilen yazar, ekonomik olarak üstün olan sınıfın daha düşük ekonomik güce sahip kişileri çocuk veya yetişkin ayırt etmeden hepsini aynı kefeye koyup kendilerine hizmet etmeleri gerektiğini düşündüklerini bize yansıtmak istemektedir. Ayrıca bu sınıfın çocukları da ezmekten çekinmediklerini anlatmak istiyor olmalı.

Kısaca apartman öyküsündeki çocuk ekonomik olarak alt tabakadan birini temsil etmektedir ama kısmen de olsa bu tabaka da bir çocuk olmayı da görmekteyiz öyküde.

Arabalar Beş Kuruşa öyküsünde iki küçük arkadaş başkarakterler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çocuklardan birinin fakir bir aileden birinin ise zengin bir aileden olması bize yazarın çocuk karakterlere yaklaşımını ve zengin çocukları ve fakir çocukları nasıl karşılaştırdığını, yoksa ikisini sadece çocuk olarak mı değerlendirdiğini görme imkânı sunuyor olması açısından önemlidir.

Zengin olan çocuğa baktığımız, onun hakkında yapılan ilk betimlemeden zengin çocuğu olduğu çok kolay anlaşılıyor, ama çocuğun dış görünüşüne anne babası karar verdiği için normal karşılanabilir. Fakir olan çocuk ise iyi beslenememiş, yaşıtları kadar fiziksel gelişme gösterememiş, bir çocuk profili görüyoruz. Yani yazar çocukları betimlerken açık ve net bir şekilde birinin fakir bir aileden geldiğini ötekinin ise zengin bir aileden geldiğini vurgulamaktadır.

Zengin çocuk dükkândan çıkıp fakir olan arkadaşını görünce koşarak yanına gidip elini tutuyor öyküde. Burada çocukların aslında ailelerinin zengin veya fakir olmasını umursamadıklarını ve bu sınıf farkına rağmen arkadaş oldukları vurgulanmaktadır.

Zengin çocuğun badem ezmesi yemesinin anlatıldığı paragrafta, zenginlik çocuğun betimlemesi kullanılarak tekrardan vurgulanmış; beyaz tozluklu çocuk, yün eldivenli eller gibi tanımlamalarla. (Ali, s.86) Fakat çocuk cebinden çıkardığı kese kâğıdındaki badem ezmesini arkadaşı ile paylaşmaktan çekinmiyor. Burada badem ezmesi yemenin o günün şartlarında bir zengin alışkanlığı olduğu vurgulanırken, çocuğun yine de çocuk olduğu, badem ezmesini arkadaşı ile paylaşmasından anlaşılmaktadır. Yazar bazı öykülerinde zenginleri suçlamaktan çekinmezken, bu öyküde zengin çocuğu değil suçlu göstermek gibi bir eğilim tam tersine onun zengin bir aileden gelmesine rağmen masumluğunu hala kaybetmediğini vurgulamaya yönelik bir davranış sergilemektedir.

Çocukların derslerle ve okul ile ilgili konuşmalarında, farklı sınıftan iki çocuğun sahip olduğu imkânlar ön plana çıkarılmaktadır. Fakir çocuk okuldan geldikten sonra sadece iki saat ders çalışabilirken, zengin çocuk istediği saatte çalışabilmektedir. Zengin çocuk yapamadığı ödevini “beybaba”sına sorabilmektedir. Örneklerden de anlaşılacağı gibi çocukların sahip olduğu imkânlar birbirine yakın olmaktan çok uzak. Ama zengin çocuğun yapamadığı ve “beybaba”sına soracağı ödevi fakir olan kendisi yapmıştır bile ve arkadaşına nasıl yaptığını anlatmaktadır. Bu durumdan üç sonuç çıkarabiliriz: birincisi demin ki örneklerdeki gibi sahip oldukları imkânların eşit olmadığını; ikincisi yazarın fakirlerin daha zeki olduğunu ima ettiğini, üçüncüsü ise fakir çocuğun kendi imkânlarının arkadaşınkilerin yanında devede pire kalmasına rağmen arkadaşına yardım etmek istediğini.

Sonrasında çocuklar sınıfta oturdukları yerleri ve sıra arkadaşlarından bahsetmeye başlıyorlar. Fakir çocuk yanındaki arkadaşını kaldıramayacağını, onunda kendileri gibi “fıkara” olduğunu söylerken, zengin olan yanında oturanın ağzını koktuğunu ve kaldıracağını söylemektedir. (Ali, s.87) Bu konuşmada çocukların ne kadar masum olsalar da, ait oldukları sınıfların özelliklerini de taşıdıkları anlatılmaya çalışılmaktadır. Burada zengin çocuğun sıra arkadaşının kendisi ile aynı ekonomik tabakadan olduğunu varsayarsak, zenginler arasında sınıf dayanışması görülmezken, fakir kesimde sınıf dayanışması gözlemlenmektedir. Fakir çocuk zengin olan çocukla arkadaş olmasına rağmen onun için kendi sınıfından birinden bir şey istemekten çekinmektedir.

Öykünün bundan sonraki kısmında, zengin çocuğun annesi çocuklara müdahale eder ve daha önce bahsedildiği gibi yazar çekinmeden kadın hakkında suçlayıcı bir anlatım yolu seçmekten çekinmez. Kadın fakir çocuğun koluna şemsiye ile vurur, çocuk ağlar, zengin çocuk onun kendisinin arkadaşı olduğunu söyleyince daha bir kızar ve öykünün sonunda her iki çocuk yaşlı gözlerle birbirine bakarlar.

Öykünün sonu kesinlikle dramatize edilmiş olmakla beraber, öykü genel olarak sınıf farklarının yetişkinler tarafından önemsenen bir konu olduğunu çocuklar kendi sınıflarına ait birtakım özellikler taşısalar bile esasında sadece çocuk oldukları ve onların bu sınıf çatışmasının bir parçası olmadığını anlatmaktadır.

Yazarın bu iki öykünün dışında çocuklardan neredeyse hiç bahsetmemesi, bir iki satırla birilerin çocukları olduğundan bahsetmek dışında, aslında biraz garip bir durum. Yazarın çocuklardan bahsetmemsinden de bazı sonuçlar çıkarabiliriz. Yazar özellikle çocukları yazmaktan çekiniyor olabilir. Çünkü yazar yazdığı karakterleri genelde tipleştirmektedir ve ezilen ve ezen diye ikiye ayırmaktadır ama çocukları tipleştirmek istemiyor olabilir veya çocukların birilerini ezebileceğine inanmıyor. Ama çocuklara ezilen kimliği vermekten çekinmemektedir. Çünkü yukarıda incelediğimiz üç çocuk karakterinden fakir olan ikisi ezilen olarak karşımıza çıkmaktadır bir noktada.

Yazarın çocuk karakterler konusundaki yaklaşımını bu kadar az karakterle yorumla zor görünmektedir. Yazarın demin bahsedilen çocuk karakterler konusunda temkinli olmasını da göz önüne alırsak kesin olmamakla beraber bazı çıkarımlarda bulunabiliriz. Her üç karakterde de göze çarpan ilk şey ne olursa olsun onların her zaman masum tipler olması. Zengin olsa bile bir çocuğun diğerini ezmemsi bir diğer önemli nokta. Fakir olan çocukların yetişkin fakirler gibi yetişkin zenginler tarafından ezilmekte her iki öyküde de, yani zengin kesim çocukları bile ezebilecek kadar vicdansız, yazara göre. Arabalar Beş Kuruşa öyküsünde yukarıda belirtildiği gibi çocuklar ait oldukları sınıfın bir takım özelliklerini taşır, ne kadar masum olsalar bile. Bütün hepsinden çıkaracağımız sonuç ise, yazar çocuk tipler yaratmaktan çekinmektedir.

Kaynakça

Ali, Sabahattin. Kağnı, Ses. İstanbul: Varlık Yayınları, 1965, üçüncü basım.

Şenderin, Zübeyde. “Sabahattin Ali’nin Hikayelerinde Toplumsal Eleştiri”. Hece Dergisi, Türk öykücülüğü özel sayısı, sayı 46-47, Ekim-Kasım 2000. istanbul

Not: bu yazı Boğaziçi Üniversitesin'de Hülya Bulut tarafından verilen Tk222 dersine ödev olarak hazırlanmıstır.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Murathan Mungan’ın Gece Elbisesi Öyküsü Üzerine

Murathan Mungan “Gece Elbisesi” öyküsünde olayları harici bir anlatıcının dilinden aktarmaktadır. Anlatıcının harici olmasına rağmen, anlatıcı bütün olaylara hâkim değildir ve herkesin iç dünyasını görememektedir, sadece öykünün başkahramanı olan Ali’nin iç dünyasını ve duygularını ifade etmektedir, geri kalan olayları okurla birlikte olaylar geliştikçe öğrenmektedir, bu sebeple öyküde zaman atlamalarına rastlanmamaktadır.

Anlatıcı olaylara dışarıdan bakıp anlatmasına rağmen her şeye aynı mesafede davranmıyor. Örneğin toplumun yargılarını anlatırken okurda imalarla bir alay etme izlenimi yaratma eğilimindedir. Toplum eleştirisi yapmak içinde hep Ali’nin annesini kullanmaktadır. Ayrıca Ali’nin annesinin batılı olması ve eleştirilen toplumunda doğu toplumu olması manidardır. Bu doğu batı ayrımcılığı yapmaktır. Batılı kadının, doğudaki ensest ilişkileri oğluna en ince detayına kadar kocasının yaptıklarını anlatması ve bundan midesinin bulandığını söylemesi doğunun iğrenç insanlarla dolu olduğunun batılıların ise seçkin olduğuna bir vurgudur. Anlatıcının bütün öykü boyunca toplum eleştirisi için kullandığı silahı Ali’nin iç dünyası ve duygularıdır, Ali göstermek istedikçe toplumun görmek istemediği, hakkında konuşmaktan itinayla kaçındığı iç dünyası ve duyguları. Bu eleştiriyi yaparken anlatıcının toplumun doğu toplumu olmasına vurgu yapmaması tesadüf olmasa gerek. Çünkü öyküde “Dünya erkekti.” Ve buna benzer sözler kullanmaktan çekinmemesi aslında bunun bütün toplumlarda mevcut olan bir durumun eleştirisi olduğu çıkarımı yapılabilir.

Murathan Mungan bu öyküsünde işlevsel olmayan karakter kullanmamıştır. Bir grubu ya da insan profilini sembolize eden kişiler isimleri ile anılmamaktadır. Ali’nin halaları toplumun isteklerini ve inançlarını temsil etmekte olup bunları Ali’ye dayatmaya çalışmaktadırlar. Ali’nin annesi batılılığı ve batılı düşünceyi temsil etmekte olup Ali’nin halalarında ve babasında toplumu eleştiren karakter olarak yer alır öyküde. Ali’nin babası ise toplumun ayrıcalıklı bireyi olan aile reisi, erkek olarak her şeyi yapmaya hakkı olan ve hesap vermek zorunda olmayan ulaşılamaz kişiyi temsil eder ve Ali hiçbir zaman ona ulaşamaz.

Ali’nin dedesi ise bir zamanlar toplumun parçası olan fakat artık toplumun ne değiştirmeye çalıştığı ne de umursadığı bir bireydir, Ali isteklerinin toplum tarafından kabul görmediğini ve istediği kişi olamayacağını fark ettikçe dedesine benzemek istemektedir, çünkü dedesi toplumun yaptıklarına veya söylediklerine nasıl tepki verdiğini umursamadan istediği gibi yaşamaktadır.

Ayrıca Ali’nin kendini tanıma ve bulma yolunda ona neler istediğini fark ettiren kişilerde önemli bir rol oynar öykünün gidişatında. Ali’nin beraber oyunlar oynadığı kişiler bunların başında gelir, oynadıkların oyunları herkesten gizli tutmaları ise bunların toplumun kabul etmediği ama Ali’nin isteklerine hizmet ettiğini gösterir.

Aliye Suzan ise Ali’nin her zaman olmak istediği kişinin ta kendisidir. Ali’nin Aliye Suzan’a dönüşmesi yaşadığımız fiziksel dünyanın gerçekliğine aykırı iken anlatıcının yarattığı öykünün gerçeklik sınırları içerisinde yer almaktadır, çünkü anlatıcı Aliye Suzan’ın ölmesi ile Ali’nin ortadan kaybolmasını birbirine denk getirerek okuru Aliye Suzan’ın Ali’nin yarattığı bir hayali karakter olmadığına ve öykü içerisinde bir gerçek olduğuna inandırma yoluna gider. Aliye Suzan’ın çevresindeki İstanbul sosyetesindeki karakterler ise Ali’nin sürekli özlemini duyduklarını gerçekleştirebilmesi için kaçınılmaz olarak orda olmak zorundadırlar. Ali’nin dönüştüğü Aliye Suzan’ın bir dul, çapkın ve zengin bir sosyete kadını olması belki de Ali’nin istediklerine en rahat ulaşabilecek yol olması sebebi iledir. Aliye Suzan’ın sahip olduğu ve sahip olmak istediği bütün erkekler ve ona erkeklerle ilgili bilgi sağlayan ve ayarlamalar yapan Huşber, Ali’nin sahip olmak istediği her şeye sahip olmasına sağlama işlevini yerine getirir. İtalyan gazeteci ise bir önceki Öyküdeki masal bekçisinin söylediği “dünyanın en güzeli bile olsan, hayır diyecek istisnalar vardır” sözünü doğrulamakla yükümlü karakterdir.

Bir de toplumun eli silahlı bekçisi olan doktor vardır. Toplumun istediği gibi bir birey olmayan Ali’yi topluma kazandırmak(!) ile yükümlü kişi, bilimin gücünü toplumun üstün yararının(!) hizmetine sunup Ali’yi toplumun norm sınırları içinde bir birey yapan kişi.

Öykünün geçtiği mekânlar, anlatı içinde önemli olan unsurun Ali’nin iç dünyası olması sebebi ile önemsi iken Ali’nin toplum ile uyumsuz bir birey olması sebebi ile topluma getirilen eleştirilerin coğrafyaya bağlı olması sebebi ile önem kazanmaktadır. Bu mekânlar çoğunlukla Türkiye’nin güney doğusunda yer almakta ve öykünün büyük bir bölümü Mardin’de geçmektedir. Ali’nin her seferinde toplum ile uyumsuzluğunu tekrardan gözler önüne seren ya da yeni istek ve arzularının farkına varmasını sağlayan çevre illere seyahatlerde yer almakta öyküde. Aliye Suzan ise gece hayatının kalbi olan İstanbul’da yaşamaktadır, bu da Ali istediklerine gece yaşamında daha kolay erişebildiği içindir.

Sonuç olarak Ali’yi bütün bu kişiler ve mekânlar çerçevesinde baştan tanımlarsak; Ali toplumun istediklerinden farklı biri olmak isteyen ve topluma uyum sağlayamayan bir bireydir. Annesi de içinde yaşadıkları toplumla uzlaşamamaktadır ancak halaları ve annesi onu kendi kültürleri ile yetiştirmeye çalışırken Ali ise her iki kültüründe kabul edemediği istek ve arzular içerisindedir. Sonunda şok tedavisi ile toplumun istediği bir bireye dönüştürüldüğünde ise ortaya çıkan Aliye Suzan, Ali’nin sıkışıp kaldığı toplumundan ve erkek bedeninden kurtarıp, ülkenin ayrıcalıklı insanları arasında her yaptığı normal karşılanan bir kişilik olarak Ali’nin yıllarca özlemini çektiklerini elde etmesini sağlıyor.

Not: Bu yazı Boğaziçi Üniversitesinde TK221 dersi kapsamında Hülya Bulut'a ödev olarak yazılmıştır.